15 Ekim 2010 Cuma

YAŞAM PATENTLERE SIĞMAZ

Yaşamın mülkiyet hakkı diye bir şey olabilir mi? Son yıllarda sık sık tartışmalara konu olan genetiği değiştirilmiş canlılardan söz ediyorsak, evet. Canlıların mülkiyet hakkına sahip olunabiliyor.

Tarım ve tohumculuk alanında faaliyet gösteren ulusaşırı tekeller literatürümüze yeni bir kavram hediye etti: genetik emperyalizm. Artık bazı bitki ve hayvan çeşitleri şirketlerin patenti altına alınabiliyor. Bir avuç dev tekel tüm dünyanın tarım ve gıda sistemine hükmetmenin yollarını bulmak için her türlü hinliği hayata geçiriyor. Genetiği değiştirilmiş canlılar (GDO: Genetiği Değiştirilmiş Organizmalar) bu şirketler için yeni bir kazanç kapısı açtı. Genlerin patent altına alınması, insanlığın bugüne kadar karşılaştığı sömürü biçimlerine bir yenisini daha ekliyor; gen sömürüsü.

Tohumculuk ve biyoteknoloji (gen mühendisliği) alanında faaliyet gösteren şirketler dünyanın dört bir yanındaki bitki türlerini patent altına almak için birbiriyle yarışıyor. Söz konusu şirketler genetik çeşitlilik açısından yoksul sayılabilecek batılı ülkelerde yer alıyor, bu nedenle gözlerini genetik çeşitlilik açısından zengin sayılabilecek, üçüncü dünya ülkelerine dikmiş durumdalar.

Dünya Ticaret Örgütü’nün toplantılarında en çok tartışma yaratan konulardan biri de patent hakları konusu. DTÖ’nün tüm dünyaya zorla dayattığı, şirket çıkarlarını koruyan fikri mülkiyet hakları uygulamaları sayesinde, şirketlerin dünyanın dört bir yanından bitki çeşitleri, halk tıbbı, yerel ilaçlar gibi varlıklara el koyarak kendi patentleri altına almaları kolaylaştırılıyor. Zorla küreselleştirilen fikri mülkiyet hakları yasaları sayesinde yoksul ülkelerin yerel bilgileri küresel pazar tarafından yağma ediliyor.

Patentlenen ilk canlı
Genetiği değiştirilmiş canlılar üzerindeki ilk patent uygulaması ABD’de yapıldı. General Electric’te çalışan mikrobiyolog A. Mohan Chakrabarty bir bakterinin genetiğini değiştirerek ona yağı sindirebilme özelliği kazandırdı. Uzun tartışmalar, mahkeme süreçleri, General Electric’in lobi çalışmalarının ardından 1980 yılında Chakrabarty’ye patent hakkı verildi. Bu sayede diğer canların patent altına alınmasının yolu açılmış oldu.
ABD Anayasa mahkemesinin kararından sonra tohum şirketleri, tohum bankalarına hücum ederek bitki çeşitlerini patentleme yarışına girdi. Kamu araştırıcılarının bu alandaki araştırma sonuçları da özelleştirilmeye başladı. Patent hakkı verilirken aranan tek özellik söz konusu bitkinin daha önce patent altına alınmamış olmasıydı. Bitkinin genetiğinin değiştirilmiş olup olmadığı da kontrol edilmiyordu. 1999 yılına gelindiğinde 11 bin bitki çeşidi patent altına alınmıştı.

DTÖ’nün dayattığı çeşitli anlaşmalar, yani; Gıda Güvenliği ve Bitki Hayvan Sağlığı Anlaşması (SPS), Ticaretin Önündeki Teknik Engeller Anlaşması (TBT) ve Fikri Mülkiyet Haklarının Ticaretle İlgili Yönleri Anlaşması (TRIPS), yoksul ülkelerin genetiği değiştirilmiş canlıların ve patent haklarının kendilerine verebileceği zararlara karşı önlem almalarını güçleştirecek çeşitli engellerle dolu. SPS Anlaşması, genetiği değiştirilmiş canlılar konusunda sınırlama getiren bir ülkenin, sözü edilen sınırlamayı haklı göstermek için bir tehditin varlığını kanıtlayan bilimsel veriler sunmasını gerektiriyor. TBT Anlaşması, genetiği değiştirilmiş ürünler dahil olmak üzere tüm ürün etiketlerinde ticareti en az kısıtlayıcı olma kuralını şart koşuyor. ABD, etikette sadece ürünün GDO içerdiğine dair bilginin bulunmasına dahi bu anlaşmayı göstererek karşı çıkabiliyor. TRIPS Anlaşması ise genetiği değiştirilmiş canlıların patentlenmesine izin veriyor. Bu anlaşmaya göre DTÖ üyeleri genetiği değiştirilmiş canlıların mülkiyet haklarının korunmasını sağlamakla yükümlü. Sözü edilen tüm anlaşmalar DTÖ’nün bin türlü yaptırımı ve tehditleriyle uygulanıyor. Sorun çıktığında DTÖ’nün anlaşmazlık çözme sistemi devreye giriyor.

Hindistan gibi bazı ülkeler kendi biyolojik çeşitliliklerine sahip çıkabilmek için ABD, Kanada, Arjantin gibi genetiği değiştirilmiş gıda üreticisi ülkelerin dayattığı patent düzenlemelerine karşı duruyor, patent haklarına ilişkin uygulamaların ticarette gelişmiş ülkelere ayrı bir üstünlük kazandırdığını söylüyorlar. Çoğu yoksul ülkede bu alandaki yasal düzenlemeler tamamlanmış değil, zaten zar zor ayakta durmakta olan tarım sistemleri şimdi de patent tehditi ile karşı karşıya. Yoksul ülkelerin patent ve lisans hakları için ödediği miktar, 1995 yılı rakamlarına göre 60 milyar ABD doları.

Tohum tekelleri ellerindeki patentleri yoksul ülkelerdeki çiftçilerin aleyhinde kullanmaktan da çekinmiyorlar. Bunun en çarpıcı örneklerinden biri Hindistan’da yaşandı. Tespihağacı’nın kabuğu Hindistan’da binlerce yıldır ilaç ve böcek öldürücü olarak kullanılıyordu. ABD’li bir firma ağaçta bulunan böcek öldürücü maddeyi ayırarak patentledi ve kendi ürünleriyle rekabet ettiği için Hintlilerin bu bitkiyi böcek öldürücü olarak kullanmalarını engellemeye başladı. Hindistan’lı çiftçiler bu konudaki haklarını uzun mücadeleler sonucunda yeniden kazanabildiler.

Meksika Ulusal Ekoloji Enstitüsü Müdürü Dr. Exquile Ezcurre, ülkesinde yaşanan patentle ilgili sorunları şöyle açıklıyor: “Mevcut uluslararası patent sistemi, geleneksel bilgiyi hiçbir biçimde korumuyor. Bununla ilgili Meksika’da pek çok sorun var. Sanırım tortilla patentleri için 3 ya da 4 başvuru yapılmış.. Sanki bu yeni bir şeymiş gibi. Sanki, 3000-5000 yıllık bir geçmişe sahip olan tortillalar yeni icat edilmiş gibi. Yaşamın patentlenmesi tartışmaya değer bir konudur. İnsanlık bu tartışmayı henüz hakkıyla yapmış değil.”

Sorun patentle sınırlı değil. GDO’lar biyoçeşitlilik açısından ciddi bir tehdit oluşturuyor. Tozlaşma yoluyla kilometrelerce uzağa taşınabilen GDO’lu polenler, yabani olanlar da dahil olmak üzere kendine akraba çeşitlere bulaşıp onların genetiğini değiştirebiliyor. Bu, yerel tarımsal türlerin giderek azalması, onların yabani akrabalarının yok olması gibi sonuçlar doğurabilir. Kimyasal ilaçlar, gübreler vb. endüstriyel tarım teknikleri nedeniyle zaten azalmış olan tarımsal türler şimdi bir de GDO tehditi altında. Bazı türlerin ortadan kalkmasının doğuracağı ekolojik etkileri tahmin etmekse neredeyse imkânsız. Ekolojik ortamı içerisinde hassas bir dengeyle birbirine bağlı olan canlılardan biri ya da birkaçının yok oluşu tüm dengeyi altüst edebilir.

İntihar eden bitkiler
Genetiği değiştirilmiş tohum üreticisi şirketlerin ortaya sürdükleri “terminatör” teknolojisi biyolojik çeşitlilik açısından büyük bir tehdit. Terminatör özelliği kazandırılmış tohumlar, özel bir işlemden geçirilmeden ürün vermiyor. Bu teknoloji sayesinde şirketler köylünün her sene kendilerinden tohum satın almasını ve patent bedeli ödemesini garanti altına almış oluyor. Terminatör tohumların barındırdığı “intihar genleri”nin bitkinin akraba çeşitlerine bulaşması durumunda bitki türlerinin nasıl bir zarar görebileceği ise meçhul. Biyolojik çeşitliliğin giderek azalmakta olduğu bir dünyada intihar eden bitkilerin ortaya çıkması felakete neden olabilir.

Dünyada genetiği değiştirilmiş canlıların güvenli dolaşımını ve biyolojik çeşitliliğin güvenliğini sağlamak için hayata geçirilmiş çeşitli protokoller ve düzenlemeler yapıldı. Birleşmiş Milletler Çevre Programı (UNEP) çerçevesinde imzaya açılan “Biyolojik Çeşitlilik Sözleşmesi”, daha sonra imzaya açılan Cartagena Biyogüvenlik Protokolü gibi düzenlemeler mevcut. Cartagena Protokolü’ne imza atan ülkelerin kendi biyogüvenlik yasalarını yaparak bu konuda gerekli önlemleri almaları gerekiyor. Ancak yasalar halkın ve çevrenin güvenliğini sağlamaktan çok, şirketlerin birbirlerine karşı olan ilişkilerini ve piyasayı düzenlemeye yönelik olarak yapılıyor.

GDO karşıtı çalışmalarıyla tanınan Prof. Ignacio Chapela’nın 2001 yılında Meksika Biyogüvenlik Komisyonu idari müdürü Fernando Ortiz’le yaptığı görüşmede söylenenler durumu özetler nitelikte: Ortiz, Prof. Chapela’ya Meksikalı milyarderlerden biri olan ve küresel biyoteknoloji endüstrisine büyük yatırımlar yapan Alfonso Romo’yu kastederek şöyle diyor: “Biyogüvenlik demek bay Romo’nun yatırımlarının güvenliği demektir.”

Biyokorsanlık
Sayıları iki elin parmaklarını geçmeyen tohum ve biyoteknoloji tekelleri dünyanın dört bir yanından biyokorsanlık yoluyla ele geçirdikleri bitkileri kendi patentleri altına alıyor. Patent başvurusu yaparken, patente konu canlının genetiğinin değiştirilerek ona bir özellik kazandırılmış olduğunu iddia etmek yeterli, patent müfettişleri iddia edilen özelliği test etme olanağına sahip olmadıkları için, genellikle patent veriliyor ve gerisi mahkemelere bırakılıyor. Biyoteknoloji şirketleri insan genlerinin de avına çıkmış durumda. 20 bin insan gen dizilimi için patent başvurusunda bulunuldu, bunlardan yaklaşık 1500 tanesine patent verildi. Bazı hastalıklara tanı koymak için yapılan genetik testlerden test masrafları ve geni bulanlara hak payı dağıtmak için para alınabiliyor.

GDO, giderek yoksullaşmış, endüstriyel tarım sistemi sayesinde kendi topraklarında köle haline gelmiş olan köylüler için yıkım anlamına geliyor. Günümüz köylüsü enerji, tohum, sentetik-kimyasal ilaç ve kimyasal gübreden oluşan dört temel girdi ile tarım yapıyor. GDO’lar sayesinde bu dört girdiye bir de patent bedeli eklenmiş oluyor. Üstelik GDO’lar köylünün en temel haklarından biri olan ürününden tohumluk ayırma hakkını da elinden alıyor. Köylü her yıl yeni tohum satın almak zorunda bırakılıyor.

Tohum tekelleri ABD ve Kanada’da çiftçilerin aleyhine patent davaları açmaya başladı bile. Şirketlerin suçlaması, kendilerine ait tohumların üretilmesi, saklanması ve yeniden ekilmesi. Olayın asıl nedeniyse başka. Çevredeki arazilerde ekilen GDO’lu bitkiler tozlaşma yoluyla komşu arazilerdeki genetiği değiştirilmemiş bitkilere bulaşabiliyor. Şirketler bunu bildikleri halde çiftçilere dava açmakta ısrarlı. Şirketler, çiftçi tohumu kendi isteğiyle almamış, çevrede ekili bitkilerden tozlaşma yoluyla kendi tarlasına bulaşmış olsa dahi, tohumun kendi tohumları olduğunu, çünkü GDO bulaşmış bitkinin kendi genetiği değiştirilmiş ürünlerinin avantajlarını kazandığını iddia ediyor. Yıllardan beri kendi yetiştirdiği bitkinin tohumunu saklayarak kullanan birçok çiftçi bu yolla ceza ödemeye zorlanıyor.

1997’de, ABD Tarım Bakanı Dan Glickman, biyoteknoloji ve canlıların patentlenmesi konularındaki anlaşmazlıkların, “yirmibirinci yüzyıl tarımının en büyük savaşı” olacağı iddiasında bulunmuştu. Görünen o ki, genetiği değiştirilmiş canlılar konusu yalnızca tarımın savaşı olmakla da kalmayacak. Yarın kendimizi birilerinin patenti altına alınmış olarak bulmak istemiyorsak, bugün canlı çeşitlerinin pervasızca patent altına alınarak özel mülk haline getirilmesine engel olmamız gerekiyor.

Ekim 2008

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder