15 Ekim 2010 Cuma

NE YEDİĞİNİZİ BİLİYORMUSUNUZ ?

Soframızdaki gıda aslına yabancılaşıp başka bir şeye dönüştü. Gıdalar; standartlar, sertifikalar ve patentlerle mühürlenip zapturapt altına alındılar. Şık ambalajlar içerisinde sunuluyorlar, ancak içleri boşaltılmış durumda. En temel özelliklerini yerine getirmiyor, beslemiyorlar. Gıdanın üretim sürecinde akıllara zarar öyle uygulamalar hayata geçiriliyor ki, doğa zehirleniyor, hayvanlar zulme uğratılıyor, küçük üretici ve köylüler açlığa ve yoksulluğa mahkûm ediliyor, tüketiciler sağlıksız ve lezzetsiz gıdalar tüketmek zorunda bırakılıyor.


Devlet Bakanı Cemil Çiçek geçtiğimiz Haziran sonlarında yaptığı bir basın toplantısında Ulusal Biyogüvenlik Kanun Tasarısı üzerinde çalıştıklarını, kanunun yürürlüğe girmesiyle birlikte, Türkiye'de genetiği değiştirilmiş bitkilerin üretimine izin verileceğini açıkladı.
Açıklamanın ardından Genetiği Değiştirilmiş Organizmalar, kısa adıyla GDO'lar yeniden gündemimizi meşgul etmeye başladı. Tarım, gıda, çevre gibi konularda faaliyet gösteren demokratik kitle örgütleri derhal tepkilerini gösterdiler, GDO karşıtı eylem ve kampanyalar yeniden hız kazandı. Bütün bu gelişmelerin ardından Tarım Bakanlığı müsteşarı Vedat Mirmahmutoğlu 1 Ağustos'ta SKY Türk televizyonundaki bir tartışma programında, Ziraat Mühendisleri Odası Başkanı Gökhan Günaydın'la konuyu tartışmaktayken, Tarım Bakanlığı'nın genetiği değiştirilmiş bitkilerin ekimine izin vermesinin söz konusu olmadığını açıkladı.
Konu şimdilik uykuya yatırılmış gibi görünüyor. Ancak yıllardır sürüncemede bırakılmış olan Biyogüvenlik Kanun Tasarısı önümüzdeki günlerde meclisin gündemine geldiğinde GDO'lar konusunda ne gibi politikaların uygulanacağını göreceğiz.

Genetiği değiştirilmiş gıdalar nasıl ve neden üretiliyor?
Gıdalarda, verimi artırmak, zararlı böceklere karşı dayanıklılık sağlamak, raf ömrünü uzatmak, tarım için uygun olmayan arazilerde ürün yetiştirmek gibi amaçlarla, tarım ürünlerinin gen yapılarını değiştirerek üretilen GDO'lar piyasaya sürüldükleri 90'lı yıllardan bu yana pek çok tartışmaya konu oldu. Günümüzde herkes GDO'lar hakkında az çok fikir sahibi, ancak GDO'ların tarım ve gıda sistemi açısından ne anlama geldiğini anlamak için GDO'ların piyasaya sürülmesinden çok daha önce başlayan bazı değişiklikleri gözden geçirmek gerekiyor.
Ülkemiz ve benzeri sanayileşmemiş ülkelerde kırsal alan, daha önce gelişmiş ülkelerde yaşanmış olan bir süreçten geçiyor; tarım şirketleşiyor. Henüz yeni sayılabilecek kadar yakın bir zamanda başlamış olan, gelişmiş ülkelerde bile tamamlanmış sayamayacağımız bu süreç, son zamanlarda dünyanın yoksul ülkelerine de yayılmaya başladı. Tarım artık bir çeşit fabrikaya dönüşmüş arazilerde yapılıyor, geleneksel üretim metodlarından koparak "endüstriyel tarım" diye tanımlanan yeni bir kimliğe büründü.

"Yeşil devrim" ve açlar
Tarımdaki büyük değişim '60-'70'li yıllara denk gelen "yeşil devrim"le birlikte başladı. Yeşil devrim; adını tarımda yapay gübrelerin, yabani ot ve böcek ilaçlarının, yüksek verimli yeni nesil hibrit tohumlukların ve tarım makinalarının kullanılmaya başlanmasıyla ortaya çıkan rekor üretim artışlarından alıyordu. Yeşil devrim, büyük bir propaganda mekanizmasıyla birlikte devreye sokuldu. İddialara göre elde edilen üretim artışları dünyadaki açlığı sona erdirecekti.
Ancak endüstriyel tarım sistemi yalnızca üretimde elde edilen rekor artışlardan ibaret değildi. Yüksek verimli tohumluklar ürün artışı sağlıyordu, ancak bu tohumları kullanmak için beraberinde sentetik gübre, haşere ve ot ilacı, sulama sistemi ve tarım makinaları kullanımı şarttı. Bu koşullar yerine getirilmediğinde yeni nesil tohumlukların verimliliği laftan ibaret kalıyordu. Sözü edilen koşulları ancak ekonomik durumu iyi olan, nispeten büyük çiftçiler yerine getirebildiği için yeni tohumluklardan ve tarımdaki diğer yeniliklerden onlar daha fazla yararlanabildi.
Artan üretim, fiyatları da aşağı çektiği için küçük toprak sahipleri ve ortakçılar kendi aleyhlerinde gelişen rekabet ortamı nedeniyle büyük zararlar gördüler. Zaten binbir sorunla boğuşmakta olan kırsal alan, yeşil devrim sayesinde daha da büyük sorunlarla yüzyüze geldi. Zengin ve fakir çiftçiler arasındaki gelir farkı iyice arttı. Küçük çiftçiler, verimsiz ya da sulak olmayan topraklarda tarım yapanlar yoksullaşmaya, topraklarından çözülmeye başladılar. Yeşil devrim propaganda edildiği gibi açlığa çare olmak bir yana, her geçen gün büyüyen bir açlar ordusu üretir hale geldi.
Bütün bunların üstüne aşırı üretim toprağı fakirleştirmeye, sentetik kimyasallar çevreyi zehirlemeye, bu koşullarda yapılan üretim insan ve hayvan sağlığına zarar vermeye başlamıştı. Özetle, yeşil devrim yoksullara değil, tarımda kullanılan girdileri üreten şirketlere yaradı. Sözü edilen şirketler büyük kazançlar elde ettiler, zaman içerisinde birbirlerini yutarak dev tekeller haline gelmeye başladılar. Şirketler tarım ve gıda piyasasının üretimden nakliyeye, depolamadan satışa akla gelebilecek her alanını yavaş yavaş ele geçirdi.
Yeşil devrim sayesinde sağlanan ürün artışı üzerinde de biraz durmak gerekiyor. Kapitalist üretim, doğası icabı elde edilen kârı sürekli artırmak zorunda. Bunun için ya üretimin artması gerekiyor ya da emeğin ucuzlatılması. O da olmazsa, teknik yenilikleri gündeme sokarak verimliliğin artırılması şart. Bunların hiçbiri olmazsa, acımasız piyasa koşulları içerisinde hayatta kalmak mümkün değil. Meğer ki tüm rakiplerinizi temizleyip piyasaya egemen bir tekel haline gelmez ve hayatta kalmanızı garanti altına alacak birtakım önlemleri hayata geçirmezseniz.
Genetiği değiştirilmiş (GD) gıdalara olan ihtiyaç işte burada devreye giriyor. Yukarıda sıkça sözü edildiği üzere, Yeşil devrimin fikri temeli birim alandan elde edilen ürünü artırmak üzerine kurulmuştu. Ancak, kapitalizmin doğasıyla bildiğimiz doğanın bu konu üzerinde uzlaşması pek mümkün değildi. Evet, yüksek verimli tohumluklar, teknik yenilikler ve kimyasallar sayesinde ürün artışı bir süreliğine sağlanabilmişti, ancak çitfçi aynı miktarda ürünü alabilmek için tarlasında her geçen yıl daha fazla gübre, yabani ot ilacı, böcek öldürücü vb. kimyasallar kullanmak zorunda kalıyordu. Çünkü doğada her şeyin bir haddi hududu, her kaynağın bir sınırı vardı. Toprağı fakirleştirerek, suyu zehirleyerek, birçok bitki ve hayvan çeşidini bedel vererek elde edilen üretim artışı ancak bir yere kadar sürdürülebiliyordu.

Tekellerin can simidi GDO'lar
Tarım ve gıda şirketleri, genetiği değiştirilmiş canlılara içinde bulundukları çıkmazı aşabilmek için cankurtaran simidi gözüyle bakmaya başladı. Çeşitli canlılardan alınan genlerin tarım ürünlerine aktarılması yoluyla ürün artışları yeniden sağlanabilecek, tarım için uygun olmayan arazilerde ürün yetiştirilebilecek, raf ömrünü uzatmak, nakliyeye daha dayanıklı ürünler yaratmak mümkün olacaktı.
İddia edilen gelişmelerin sağlanıp sağlanamayacağı ya da sağlayabiliyor olsa dahi bunun karşılığında nasıl bir bedel ödeneceği fazla uzun boylu tartışılmadan genetiği değiştirilmiş gıdalar piyasaya sürüldü. Çünkü artan rekabet koşulları kendini dayatıyordu, genetiği değiştirilmiş canlıların üretimi için büyük ar-ge masrafları yapılmıştı, bu ürünler bir an önce kazanca dönüştürülmeli, alınacak patentler sayesinde dev şirketlerin dünya pazarı üzerindeki hakimiyeti güvence altına alınmalıydı.
Genetiği değiştirilmiş gıdalar piyasaya sürüldükten sonra, tekellerin tarım ve gıda sistemi üzerindeki hakimiyeti garanti altına alındı ve endüstriyel tarım sistemi yeni bir aşamaya geldi. Günümüzde tarım ve gıda alanında dev tekeller haline gelmiş 8-10 ulusaşırı şirket, dünya gıda üretimi ve ticaretinin önemli bir kısmına hakim durumda. Özellikle insanların besin ihtiyacının büyük bölümünü karşılayan mısır, pirinç, buğday ve soya gibi gıdaları hakimiyetleri altına almak için büyük savaşlar veriyorlar. Genetiği değiştirilmek üzere seçilen ilk gıdaların bunlar olması da oldukça manidar.
Ulusaşırı şirketler, gıda alanındaki hakimiyetlerini pekiştirmek için, gerek gelişmiş ülkeler, gerekse IMF, DTÖ, Dünya Bankası gibi kuruluşlar yoluyla bütün dünyaya baskı yapmaktan geri durmuyorlar. Gıda, uluslararası siyaset arenasında hayata geçirilen acımasız uygulamalar yoluyla yoksul ülkelere, çiftçilere ve tüketicilere karşı bir silah olarak kullanılıyor. Yüzbinlerce ürün uluslararası tarım tekelleri tarafından patent altına alınmış durumda. DTÖ’nün tüm dünyaya dayattığı fikri mülkiyet haklarını çarpık bir biçimde ele alan TRIPS Anlaşması’na göre, bir bitkinin genetiğini değiştirdiğini iddia eden her şirket, iddiasını ispat etmeye zorlanmadan patent alabiliyor. Yani genetiği değiştirilmiş ürünlerin yanısıra genetiği değiştirilmemiş ürünlerin de patent altına alınması sözkonusu. Biyolojik çeşitliliğini korumak ve ülkesindeki bitkilerin patent haklarını şirketlere kaptırmamak için kendi patent sistemini geliştirmek isteyen ülkeler DTÖ’nün baskı ve yaptırımlarıyla karşı karşıya kalıyor.
Patentli ürünleri eken çiftçiler söz konusu ürünlerden ertesi yıl için tohumluk ayırma hakkına sahip değil, her sene tohum tekellerine patent bedeli ödeyerek tohum satın almak zorunda. Üstelik tohum konusundaki yasalarda yapılan değişiklikler yoluyla çiftçilerin tohum tekellerinin elinde bulunan sertifikalı tohumlar dışındaki tohumları kullanmaları yasaklanıyor. Bu yasalar sayesinde birçok yerde çiftçilerin kendi tohumluğunu saklamaları, satmaları ve kendi aralarında değiş tokuş etmeleri "suç" sayılmaya başladı. Gelişmiş ülkelerin çoğunda uygulamaya geçmiş olan bu durum yavaş yavaş diğer ülkelere de yayılıyor.
Endüstriyel tarım ve gıda sisteminde, çiftçiyi ve tüketiciyi değil şirketleri kayıran politikalar uygulanıyor. Bu politikalar sayesinde açlık ve yoksulluğun artması tehlikesi ile karşı karşıyayız. Yoksul ülkelerdeki küçük çiftçiler toprağından kopmaya devam ediyor. Şu anda dahi, dünyadaki aç insanların üçte ikisini topraksız kalmış küçük çiftçiler oluşturuyor. Dünya nüfusunun yaklaşık yarısının küçük çiftçilerden oluştuğu düşünülecek olursa, aynı politikalarda ısrar edilmesi durumunda yaklaşık üç milyar insan işsizlik ve açlık tehikesiyle karşı karşıya kalacak.
Genetiği değiştirilmiş gıdalar hakkında bu ürünler piyasaya sürülmeden önce yapılması gereken pek çok tartışma bu ürünler piyasaya sürüldükten yirmi yıl sonra halen sürüyor. Genetiği değiştirilmiş gıdaların savunucusu olan ulusaşırı şirketlerin temsilcileri "gıda miktarı artmazsa dünya aç kalacak" propagandasını ısıtıp ısıtıp yeniden gündeme getiriyor. Fakat, yeşil devrim'in başlangıcından beri gıda miktarı sürekli arttığı halde insanlar neden aç kalmaya devam ediyor, bunun açıklamasını yapmaya bir türlü yanaşmıyorlar. Çünkü açlığı sona erdirmek için, propaganda edildiği gibi gıda miktarını artırmak değil, önce paylaşımın adil olmasını sağlamak gerekiyor. Paylaşımın adil olması içinse yoksulluk üreten bir mekanizma olan endüstriyel tarım ve gıda sistemi yerine, yoksul çiftçileri, yoksul tüketicileri koruyan, onların haklarını güvence altına alan, doğayla dost bir tarım ve gıda sistemini hayata geçirilmesi lazım.

"Gıda güvenliği", "gıda güvencesi" ve "gıda egemenliği"
Büyük gıda üreticileri, gıda ile ilgili herhangi bir skandal ortaya çıktığında, ürünlerinin muhtelif standartlara uyduğunu, çeşit çeşit sertifikalara sahip olduğunu bu nedenle de son derece "güvenli" olduğunu kanıtlama yarışına girişir. Söylenenler büyük bir oranda doğrudur da. Yani, gıdalar "standart"lara uygun, şık ambalajlı ve hijyeniktir gerçekten. Ancak bütün bunlara rağmen söz konusu gıdaların sağlıklı olup olmadığı tartışmalıdır. Gidip marketten herhangi bir gıda satın alıp incelettiğimizde sözü edilen gıdada sağlığa zararlı hiçbir şey bulamayabiliriz, ancak o gıdanın soframıza gelene kadar hangi aşamalardan geçtiğini, örneğin doğanın nasıl zehirlendiğini, hayvanların nasıl zulme uğratıldığını yine de bilemeyiz. Bu nedenle, bir gıdayı sağlıklı sayabilmemiz için tarladan sofraya gelene kadar geçtiği her aşamanın sağlıklı organize edilmesi ve adil olması gerekir.
Gıda güvenliğinin yanısıra "gıda güvencesi" ve "gıda egemenliği"ne de ihtiyacımız var. Gıda güvencesi; tüm insanların aktif ve sağlıklı bir yaşam sürebilmek için gerek duydukları ve tercih ettikleri besleyici gıdalara, düzenli olarak, yeterli ve güvenilir bir şekilde erişebilmesi anlamına geliyor. Gıda egemenliği ise, hem üretim hem de tüketim süreci içerisinde yer alan insanların emeklerinin ve harcamalarının karşılığını alabilmesi için, gıda politikalarının piyasanın talepleri doğrultusunda değil, gıdayı üretenler ve tüketenlerin talepleri doğrultusunda belirlenmesi demek. Gıda egemenliğini sağlamak için aynı zamanda, doğayı tahrip etmeyen, ekolojik sürdürülebilirliğin sağlanması için en uygun üretim ve işleme tekniklerinin kullanıldığı bir üretimin esas alınması gerekiyor.

Gelecekteki yaşam kalitemizin nasıl olacağı, bugün bize dayatılan bu gıda sistemine karşı durmamıza ve gıda tercihlerimizi yeniden gözden geçirmemize bağlı. Eğer bunu yapmazsak, kâr hırsı uğruna ucubeye çevrilen gıdalar yaşamlarımızı da kendilerine benzetmeye başlayacak.

05/10/2009

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder